BÜTÜN YOKSUL MAHALLELER BİZİM OLACAK
Çayan, Umudun Tarihidir…
Değişim ve Dönüşüm…
Hayat; deniz misali kiminin kıyılarına bir şeyler bırakıyor, kiminin kıyılarından bir şeyler alıp götürüyordu. Yer, mekân, koşullar hiç fark etmiyordu. Aynı tarih düzlemi içinde bulunan insanlar, içinde bulundukları çevre ve koşullara göre yaşamını sürdürüyordu. Yani her şey iç içe yaşanıyordu.
Devrimci mücadelenin içinde olan, yaşananlara şu veya bu ölçüde dâhil olanlar ile uzağında kalanların hayatını birlikte sürdürmesi doğal bir şeydi. Olağanlığı ise örgütlülüğün ve örgütsüzlüğün, duyarlılığın ve duyarsızlığın yan yana yürüyor olmasından ileri geliyordu. Yoksa arada bir sınıf farklılığı bulunmuyordu. Korkanlar, kaygılananlar, örgütlenmeme gerçeğiyle birlikte sınıf atlama özlemi duyanlar vardı.
Nurtepe-Çayan’ın geçmişi şöyle, bileşenleri böyle bir kültüre sahip denerek hiçbir şeyden etkilenilmeyeceği basitliğine düşülmüyordu. Değişim ve dönüşüm sürekliydi. Ya ilerlenecek, kazanımlar hanesi büyüyecekti ya da tüketim kültürü altında çürümeye, değersizleşmeye, bencilleşmeye gidilecekti.
Mahallede kendi bahçesinde sebze- meyve temin edenler olduğu gibi, at arabasıyla günlük taze sebze ve meyve satanlar da vardı. Kemerburgaz’dan gün ışımaya yakın toplanan sebze ve meyveler bir saatlik yolculuktan sonra mahalleye ulaşıyordu. At arabasının 4-5 metre uzunluğundaki kasasında taşınan malzemeler sokak sokak dolaştırılarak tüketiliyordu. Çoğu zaman at arabası önünde toplanan kalabalıklar- özellikle çocuklar- salatalıkları uzunlamasına bölerek tuzluyor, orada yiyor, birbirine pay ediyor, hiçbir çocuk boş geçmiyordu.
Mahallenin sütçü ve yoğurtçusu bulunurdu. Sütler güğümlere doldurulur, at arabası ile herkesin saatini bildiği zamanlarda sokaktan geçerdi. Yoğurtçu ise omzuna astığı değneklerle, bazen dört bazen altı derin tepsi, bol kaymak bağlamış yoğurtları yine bilinen gün ve saatlerde satardı. (…)
Bu işi yapanlar bire bir mahallede oturan insanlar değildir ancak, aileden biri gibi davranır, parası olmayanı sıkıştırmaz; haftalık, aylık veresiyeler açar, yoksul olanlara daha paylaşımcı yaklaşırlardı. Örneğin, ekonomik durumu iyi olmayan bir ailenin aldığı süt miktarı bellidir. Evin durumu, çocukların görünümü ortadadır. Süte ihtiyacı olanlar bilinip, o aileyi, anneyi incitmeden yarım litre süt istenmişse fazladan verilirdi. Bazen de ‘Bu da benden olsun.’ denerek doğal bir paylaşım, dayanışma örneği sergilenirdi. Yoğurtçu, ayrıca bir tas kaymak ilave eder, karşılıklı anlayış temelinde, alan da satan da insan olmanın, insan kalabilmenin güzelliğini yaşatırdı.
Sonra arabalara yüklenir oldu sebze ve meyveler, manavlar açıldı. Hazır sütler, yoğurtlar, bakkallara, marketlere taşındı. Veresiye olan hayat yine sürdürülüyordu ancak, doğal olan her şey kayboluyor, tatlar değişiyordu.
(…) Paranın kullanılmadığı alışverişler de yaşanıyordu. Eskiciler, at arabası ya da bisiklet tekerinden yapılmış el arabalarıyla dolaşıyor; bakır alüminyum, plastik malzemeler ve eski giysileri toparlıyor, karşılığında mandal, leğen bazen de nakit para ödeyerek alışveriş gerçekleştiriyordu.
(…) Hayat öyle ya da böyle sürüyor, karşılıklı hoşgörü ve anlayış temelinde akmaya devam ediyordu. Akıp giden hayatın içinde akla, mantığa, insanlığa sığmayan olaylar da yaşanıyor, bunlar nerede olursa olsun halka ulaşıyordu. 80’lerin ortaları ‘canavar’ sözcüğünün en sık telaffuz edildiği dönemi ifade ediyordu. En meşhur olanı ise Kasımpaşa canavarıydı.
Tek sayfa çıkan, elle dağıtılan, çoğu zaman kırmızı yazılarla sokak sokak satılan gazeteler, halkın ilgisini çekiyordu. İlgi çekmesinin en büyük nedeni, işlenen cinayetlerin, uygulanan vahşetlerin, aile içi cinnet vb.’nin o gazetelerde anlatılıyor olmasıydı. Ve yine, kimliği belirsiz kişilerin çocukları kaçırması, sokakta katledip bir kenara atması, gece ortaya çıkıp herhangi bir eve girmeye çalışması diye uzayıp gidiyordu. Bu işleri yapanın bir canavar olduğu anlatılıyordu. En yoğun cinayetlerin yaşandığı mahalle Kasımpaşa olunca, canavar diye ifade edilenin ismi de oradan geliyordu.
Gazeteleri satanlar, olayı daha ürpertici ve dramatize etmek için boynuna astığı teyplerden yürek burkan, ağıt içerikli müzikler dinletiyordu.
Haberleri okuyanlar acımakla kalmıyor, kendi ailesine, ilişkilerine daha bir önem veriyor ve ortaya çıkan olumsuz tartışmalara ise şükredebiliyordu.
Değişim ve dönüşümler, yaşanmışlıklar içinden ortaya çıkan tablo, bunlarla sınırlı kalmıyor, mahallenin çehresi de değişiyordu.
’86-’87 sonrası, Çayan üzerinden yol geçeceği, bu nedenle gecekondu evlerinin yıkılabileceği söylentileri dolaşmaya başladı. Bir kez daha yollar ortaya çıkıyor, bir yerlerden gelip, bir yerlere götürüyordu. Yol iyiydi, ulaşımı sağlıyordu ancak yolun iyiliğini kötülüğünü belirleyen de amaçlardı. Halk için halkın yararına yapılan, doğayı ve yaşamı tehdit etmeyen yollara kimsenin bir itirazı yoktu. Ancak, birilerini evinden yurdundan ediyor ve doğal yaşamı bozuyorsa, orada durulmalıydı.
Bahsi geçen yol yeni yapılacak olan 2. Köprü güzergâhı için planlanıyor, E-5 (1. Köprü), E-6 (2. Köprü) bağlantısını sağlıyordu.
Yeni bir direniş süreci mi kapıdaydı yoksa her şey söylentiden mi ibaretti? Bunun netleşmesi gerekiyordu. Elbette netleşme sağlanırken ilgili ve yetkili kişilere, ortaya konacak bir yıkım politikasının ne tür sonuçlar doğuracağı da anlatılıyordu.
Yapılan inceleme ve ölçümler sonucu en uygun güzergâhın Güzeltepe, Nurtepe-Çayan arasındaki boşluğun olduğu; askeri alanın, yol güzergâhı içine dâhil edileceği belirtiliyordu. Bu güzergâha göre, Çayan’ın Güzeltepe’ye yakın birkaç evi devre dışı kalıyordu ancak ona çözüm bulmakta sorun yaşanmıyordu. Ki oradaki evlerin ortaya çıkışı da ayrı bir çatışmalar ve elde edilen sonuçlar gıpta ile izleniyordu. Anlattığımız gibi, devlet, mahalle oluşmaya başladığında da ihtiyaçları karşılamıyor, mahalleyi yok sayıyordu. Aynı dönemde Şişli’ye bağlı Feriköy Mahallesi’nde büyük bir sel baskını yaşandı. Çoğu yoksul olan halk, kelimenin tam anlamıyla açıkta kaldı. Devrimci hareketin bilgi sahibi olması, mahalle örgütlülüğünün de onayıyla açıkta kalan halk Çayan’a davet edildi. İlgili kişilerin, belediyelerin de bu durumdan haberi oldu. Onların çözmesi gereken sorunu bir kez daha devrimciler, örgütlü halk çözüme kavuşturuyordu. Çayan’da yeni arsalar açılıp evler yapıldı ve açıkta kalan yoksul halktan aileler buraya taşındı.
Yıllar sonra, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü güzergâhı, sonradan kurulan bu evlerin yanından geçecek olsa da hiç kimse etkilenmiyordu. Aksine, bu değişimle birlikte askeri bölge de ortadan kalkıyordu. Yol güzergâhı; Okmeydanı, Örnektepe, Nurtepe-Çayan ve Hasdal üzerinden köprü anayoluna bağlanacağı için, Nurtepe’nin eteklerinde bulunan taş ocağından Kâğıthane Hasbahçe’ye kadar uzanan askeri kışla da boşaltılacaktı. Elbette bir yol güzergâhı için boşaltılmıyordu. Askeri bölgeler, şehirleşmenin yaygınlaşması, evlerin çoğalarak askeri bölgeyi kuşatması ve yeni rant alanlarının açılması için binlerce dönüm araziyi kamulaştırmış askeriye, Hasdal Kışlası Merkezi’ne kadar çekiliyordu.
(…) Uzun süre tellerin aşılıp nöbetçilerin atlatıldığı, çeşit çeşit ağaçlardan meyvelerin, çam kozalakların, böğürtlen ve cevizlerin toplandığı, yeşillikler içindeki göle girip serinlenildiği, topların yuvarlanıp sık sık askerlerle köşe kapmaca oynanan bir alan herkesin kullanabileceği bir araziye dönüyordu. Elbette yaşanmışlıklar unutulmuyordu: Çalınan düdükler, sıkılan kurşunlar, eğitim adı altında korku yayma amaçlı yürüyüş ve marşlar, Hüseyin AKSOY’un katledilmesi… Hemen her şey hafızalardaki yerini koruyordu.
Kâğıthane-Hasbahçe’deki askeri bölgede sadece geçici bir karakol bırakılıyordu. Osmanlı sarayından kalan ve kışlaya çevrilen binalara Bulgaristan’dan göç eden insanlar yerleştiriliyordu. Çayan tarafındaki askeriye, Çobançeşme’ye kadar halka açılıyor, üst tarafları İSKİ’ye ait bir arazi olarak düzenleniyordu.
Geriye kalan bölgeler imara açılıyor, belediye lojmanları yapılıyordu. Ancak tüm bunlar yaşanırken, Çayan’daki arsalar için tapu belgeleri verilmiyordu. Belediyece, kaçak yapılaşma statüsünde hiçbir değişim gerçekleşmiyordu. 90’lı yılların başında, burası cami arsası, şurası karakol yeri, diğer taraflar yol, kreş, park, yeşil alan denerek mahallenin boşaltılabileceği söylemleri ortaya atılıyordu. Seçim dönemlerinde ortaya atılan bu söylemlerin, zamanla gerçeğe dönüşebileceği dillenince, belediye meclisinde böyle bir kararın sonuçlarının ne olacağı anlatılıp yapılması düşünülenlerin tartışma konusu dahi olamayacağı vurgulanarak oyunlar boşa çıkarılıyordu.
Mücadele ve İnsan Gerçeği…
Değişim ve dönüşüm sadece mahallenin çehresiyle sınırlı kalmıyordu. İçinde bulunulan halkı da kapsıyordu. Değişim ve dönüşümün ortaya çıkardığı insan gerçeği de vardı. Aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeylerin özlemini duyuyor, birlikte yaşıyor, sosyal faaliyetleri birlikte hayata geçiriyorlardı. Ancak kimi noktalarda ayrışmalar da yaşanıyordu.
Düşünen, sorular soran, sorgulayan, düzene muhalif özellikler taşıyanlar, kendilerine sınırlar çizerek düzenin ya da sınırlarını aşarak mücadelenin şu veya bu şekilde içerisinde yerini alıyordu.
(…) 12 Eylül’ün etkileri kırıldıkça; gençlik, devrimci söylemleri daha da büyütüyordu. Buna paralel olarak kendi algıladığı şekliyle bir devrimci portresi çizmeye çalışıyordu. Yeşil parka, postal ayakkabılar, kırmızı atkı, elde tespih, pos bıyıklar ya da pala bıyıklar ve koltuğun altına sıkıştırılan “Felsefenin Temel İlkeleri” ya da “Kapital” kitabı bu portrenin ana unsurları oluyordu. Bununla birlikte “İç Birinci, Ol Devrimci” söylemiyle taşınan Birinci sigaraları ya da sarma tütünler, yeri geldiğinde kalın çerçeveli gözlükler, mizah dergilerindeki “muhalif” olma hali ile türkü kafe tarzı mekânlarda, oradan derneklere uzanan süreçlerde bilgiler sınanıyor; Marks, Engels, Lenin kitapları ezberleniyor, felsefi terimlerle konuşuluyor, bir anlamda arayışlar bu çerçevede hayata geçiriliyordu.
Bahsi geçen bu tipleme, örgütsüzlüğün hâkim olduğu, devrimcilik anlayışının şekillenmediği hemen hemen her bölgede hayat bulan, belli etkinliklerden görülüp kopya edilen, hızlı bir şekilde yayılan bir gerçekliği ifade ediyordu. Elbette bunun zeminini yaratanlar ise yılgınlığa düşen, oportünist anlayışla hareket edenlerden başkası değildi.
Adına politikleşme denen, “aydınlaşma” olarak açıklanan bu tarzın, pratikte devrimcilikle hiçbir alakası bulunmuyordu. Entelektüel bilgiçliklerin, aydın havalarının, sadece lafazanlık yapıp zaman tüketmenin ötesinde bir anlam da ifade etmiyordu. Takınılan ağır abi havaları, tuğla gibi kitapları, bıyıklarla oynanıp düşünmeleri, 3-5 tane herkesin bilmediği ve söylemekte zorlandığı sözcükleri kullanmaları pek çok insanı etki altında bırakabiliyordu. Bilgi birikim elbette önemliydi ancak bilmişlik, bilgiyi üstünlük gibi görme asla bilgelik olmuyordu. Kimseye de yararı dokunmuyordu. Oysa aynı süreçte Mehmet’ler, Aşur’lar da öğreniyordu. Onlar da değişim ve dönüşüm içindeydiler. Yüceller de üniversitede okuyor, bilgi birikim elde ediyorlardı.
BİTTİ
Not: Yer sorunundan kayanaklı “Bütün Yoksul Mahalleler Bizim Olacak, Çayan, Umudun Tarihidir” başlık yazı dizimizi burada bitiriyoruz. Çayanla ilgili daha geniş bilgiyi Boran Yayınevi tarafından basılan Burası Çayan kitabından okuyabilirsiniz.
ÇAYAN MAHALLESİ’NDE YAŞAMIŞ VE DEVRİMCİ MÜCADELENİN DEĞİŞİK ALANLARINDA ŞEHİT DÜŞEN HALKIN ONURLU EVLATLARI
HÜSEYİN AKSOY
YÜCEL ŞİMŞEK
MEHMET SALGIN
MÜRSEL GÖLELİ
AŞUR KORKMAZ
METİN KESKİN