Emperyalizme göbekten bağımlı olmak, komşudaki elektrik prizine takılı buzdolabı sahibi olmak gibidir. Onun izin verdiği kadar çalışır buzdolabımız, çalıştırmazsa dolaptaki yiyeceklerimiz bozulur.
Yoksulluk, bir alınyazısı değildir; “azgelişmişlik” de bir kader değildir. Emperyalistler ve işbirlikçileri cehennem vaad ediyor tüm halka. Sanayimizi, teknolojimizi, eğitimimizi vb. bilinçli olarak GERİ BIRAKTIRIYORLAR. Emperyalistlerin düzenini sürdürmek demek, suç ve cinayeti sürdürmek demektir.
Gerekli miktarda altını bulmadığı için yerlilerin ellerini kesen Amerikan emperyalizmi, İngiliz fabrika kumaşlarına pazar açmak için, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını kesen emperyalizm, dünya halklarına saldırıda pervasızca hareket ediyor.
Sömürüsünü devam ettirecek işgücüne sahip oldukça, hammadde kaynaklarının güvenliğini sağladıkça, kasaları doldukça; halkların aç kalması, sefalet içinde olması emperyalizmi ilgilendirmez. Emperyalistler dünya halklarını kendi hizmetkarları olarak kullanır.
Uyuşturucu bağımlısını düşünün, bağımlılık onu yer bitirir. Beynini tam olarak kullanamaz, vücudunda yaralar çıkar, unutkanlık başlar, eklem yerleri ağrır, sağlıklı düşünemez, halüsinasyonlar görür ama kurtuluşu yine de uyuşturucuda bulur. Çünkü ağrılarının geçmesi için uyuşturucuya ihtiyacı vardır. Bağımlılık, böyle sefil hale getirir insanı.
Emperyalizme bağımlı olmak da aynı böyledir. Bir “Ekonomik Tetikçi” olan IMF eski çalışanı John Perkins ne diyordu, hatırlayalım: “Ardından biz ekonomik tetikçiler onlara (yeni sömürge ülkeler bn.) gidip deriz, dinleyin, bize bir sürü borcunuz var. Borcu ödeyemiyorsanız, o zaman petrolünüzü, petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın…”
Yani ülkemizin tüm politikaları işte bu borçluluk ilişkisi yüzünden emperyalistlerin elindedir. Tefecinin elindeki yoksul halkımız gibi…
Bu nedenle topraklarımıza ne ekeceğimize bile emperyalistler karar verir. Sonra da aç bıraktıkları halklara, “böcek yiyin, çok vitaminli” tavsiyesinde bulunurlar.
Ne Ekeceğimize, Nasıl Ekeceğimize Kim Karar Veriyor?
1948’de Amerikan Marshall Planı’nın devreye girmesiyle, tarımdaki makineleşme artmıştır. Teknik gelişmeler olumlu olarak değerlendirilse de, bu asıl olarak Amerikan emperyalizminin karnını doyurmayı daha hızlandırmak, üretimi artırmak içindir.
Unutmayalım, emperyalistler, gölgesini satamadığı ağacı keser. Çıkarlarını sonuna kadar gözetir.
Üstelik, tüm emperyalist “yardımlara” rağmen ülkemizde kişi başına ekilebilir tarım arazisi 1990-2005 arasındaki 15 yılda %25 oranında geriledi.
“Emperyalistlerin dayatmalarında esas olan, tarımın tamamen kapitalistleştirilmesi ve emperyalist tekellerin denetimine alınmasıdır. Bu amaca ulaşmak için gerçekleştirmek istedikleri ilk şey, ‘kırsal alanın küçültülmesi’dir. 6 Ekim 2004’te açıklanan Avrupa Birliği İlerleme Raporunda bu hedef açıkça ifade edilmiştir: ’25 milyon civarında olan üretici nüfusu 15 milyona düşürülmeli.’ Bu ilk hedefleridir. Giderek bunu ‘nüfusun yüzde 10’u’ düzeyine düşürmek hedeflenmektedir. Gerek IMF’yle gerekse de Avrupa Birliği emperyalizmiyle sürdürülen ‘müzakere’lerin en temel yanlarından biri tarımdaki bu tasfiyenin gerçekleştirilmesidir.” (Kurtuluş, Emperyalizm)
Dün tarımı geliştiren, bugün tarımı yok eden emperyalist politikalar Marshall Planı’na kadar dayanır. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adıyla anılan “Avrupa Onarım Planı” Haziran 1947’de ilan edilip Nisan 1948’de uygulamaya geçildi.
Türkiye’nin Marshall yardımından yararlanması, 2. Paylaşım Savaşı’ndan yıkık çıkan Avrupa’nın gıda ve hammadde ihtiyacını karşılamak için tarımını geliştirmesi ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu hâline gelmesi şartıyla kabul edilmiştir. Türkiye’nin bir tarım ülkesi olması planlanmıştır.
Marshall Yardımı’ndan sağlanan traktörler krediyle köylüye dağıtılmıştır. 1936 yılında 961, 1948 yılında 1750 olan traktör sayısı, 1955 yılında 40 bini aşmıştır. 1936’da 104, 1948’de 994 olan biçer-döver sayısı, 1956 yılında 6 bini geçmiştir.
1928 yılında 6,6 milyon hektar olan ekili arazi alanı, 1960’da 23,2 milyona ulaşmıştır.
Bu rakamlar, emperyalist tarım politikalarının nasıl bir gelişim gösterdiğini görmek açısından önemlidir.
Plan, sadece üretimi değil ithalat-ihracat politikasını da emperyalistlerin denetimine açmıştır.
Dünyanın en büyük mısır üreticisi olan Amerika, Marshall Yardımı karşılığında Amerika’dan mısırözü yağı almamızı şart koşmuştur. O dönem, ülkemizde milyonlarca zeytin ağacı kesildi. Ayçiçek yağı da aynı şekilde emperyalistler tarafından ülkemize sokulmuştur.
Askeri ve ekonomik “yardımı” içeren Marshall Planı ile Amerikan tekellerine, işbirlikçiler tarafından işletme hakkı dahil olmak üzere petrol araştırma izni verildi.
Marshall Planı’nın YARDIM olarak pazarlanması bilinçli bir çabadır. Yardımın esası SÖMÜRÜDÜR. Yeni sömürgecilik ilişkileri bu plan dahilinde 1948-1951 yılları arasında Türkiye’ye verilen 351 milyon 700 bin dolar tutarında borçla başlamıştır. Borçlanma batağına saplanan Türkiye, emperyalizme tavizler vermek, ekonomik-politik tüm yönetimini emperyalistlerin denetimine açmak zorunda kalmıştır.
Anadolu’yu demir ağlarla (demiryolu) örmeyi planlayan Türkiye, yine bu plan çerçevesinde karayollarıyla örmüştür.
“Marshall yardımı, Avrupa’nın gıda ve hammadde ihtiyacını karşılamak üzere, Türk tarımının geliştirilmesi için kullanılacaktır. 1949 Mayıs’ında Marshall Yardımı’ndan ilk traktörler gelmeye başlayacaktır. US Public Road Administration uzmanlarının yardımlarıyla, 1948’de Karayolları İdaresi kurulacak ve askerî amaçlı İskenderun-Erzurum yolundan işe başlanacaktır. Büyük fedakârlıklarla inşa edilen demiryolları ile koordinasyon düşünülmeden girişilen karayolu ve taşıma politikası, bir ihtiyacı karşılamakla birlikte, demiryolu idaresinin bir kriz içine düşmesine yol açacaktır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni)
Karayollarının kurulması, ulaşım vasıtalarının ithal edilmesiyle ve yedek parça ticaretinin başlamasıyla devam etmiştir. Yani karayolu demek, daha fazla araba-petrol-yedek parça satmak demektir.
Bize ait sandığımız, bizim olduğunu düşündüğümüz her şeyin arkasından emperyalizm çıkabilir. Bu, emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesinin sonuçlarıdır. Çukurova’nın pamuğu mesela, İngiliz emperyalizminin fabrikalarına pamuk akması için yetiştirilmiştir.
Sonuç olarak:
* “Bizim” bildiğimiz-sandığımız ama aslında emperyalist politikalarla hayatımıza girmiş her şeyi öğrenmeliyiz. Bunları neden öğrenmemiz gerekiyor? Emperyalizme karşı duyduğumuz sınıf kinini artırmak için her biri ayrı bir nedendir çünkü.
* Halkımızdan, topraklarımızdan, geleceğimizden, umutlarımızdan çalınan her şeyin hesabını sormak için yeni sömürgeleştirilme tarihimizi bilmeliyiz.
* Emperyalistlerin işbirlikçileri tarafından yazılı tarihi değil, gerçekleri öğrenmek için bilmeliyiz.
* Elimizden zorla alınan kaynaklara yeniden elkoymak, kendi yazgımızı kendimiz yazmaya başlamak için bilmeliyiz.
* Yeni-sömürgeleşmemizin tarihini, neden devrimci olmamız gerektiğini gösterdiği için bilmeliyiz.